Atıf Yılmaz’ın 1966 yılında çektiği “Ah Güzel İstanbul” adlı film, kısa yoldan sınıf atlamak isteyen bir kızı ve onun hikayesine dahil olarak gittiği yolun yanlış olduğunu kıza göstermeye çalışan bir adamın başından geçenleri anlatıyor.
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Senaryosunu Ayşe Şasa ve Safa Önal’ın yazdığı, başrolünde Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın oynadığı filmde, Ayşe 8 kardeşi ve ana, babası ile aynı evde yaşayan bir köylü kızıdır.“Artist mecmualarına” düşkündür ve kendi ifadesiyle “bütün artistlerin hayatını bilmektedir.” Yaşadıkları fakirliğe artık dayanamaz, kendisi de artist olmak ister ve bu uğurda evden kaçarak İstanbul’a gelir. İstanbul’da yarışmalara göndermek için fotoğraf çektirmek isterken Haşmet’le tanışır.
Haşmet İbriktaroğlu, zengin ve saygın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Paşa dedesinden kalan miras zaman içinde eriyip gitmiştir. Haşmet, hala saygıdeğer biri olarak görülmektedir ancak çalışmayı da pek sevmediği için yoksul bir hayat sürmektedir. Öyle ki, kendisini “Çalışmadan yaşamanın yolunu aramaktan yorulmuş biri” olarak tanımlamaktadır. Haşmet seyyar fotoğrafçılık yaparak hayatını kazandırmaktadır. Sabahları çorba içtiği yerde, akşamları da içki içerek günlerini geçirmektedir. Geçmişe özlem duymakta, toplumsal değişimleri kaygıyla izlemektedir. Hatta bir sahnede “Bizim memlekette şaşırmak yaraşır adam olana” der. Ona göre, eskinin kadri bilinmemekte ve toplum giderek yozlaşmaktadır. Haşmet’in fotoğrafçılık yapması sembolik bir anlam taşımaktadır. Her değer onun gözünde bir bir kaybolmaktadır ve yapabileceği belki de tek şey, kaybolmadan önce onları saklamaya uğraşmak, kayıt altına almaktır. Ayşe kendisine fotoğraf çektirmek için geldiğinde, Ayşe’nin içine düşmek üzere olduğu batağı fark eder. Ayşe, iyi niyetli olduğunu düşündüğü bazı insanlara sığınmıştır ama onlar Ayşe’nin zannettiği gibi kendisi “artist yapacak” insanlar değildir. Haşmet, Ayşe’yi kurtarmaya yeltenir. Ancak her seferinde Ayşe yeni hatalar yapar. Heveslerinin peşinden her gittiğinde yine Haşmet’e sığınır.
NOSTALJİK ÇAĞRIŞIMLARLA YÜKLÜ
Filmi Giovanni Scognamillo, “Türk Sinema Tarihi” isimli kitabında şöyle anlatıyor:
“Ulusal kaynaklara dönüş ve ulusal sinema tartışmalarının sürdüğü döneme Atıf Yılmaz da bir güldürüyle katkıda bulunur. 1967 Bordighera Güldürü Filmleri Şenliği’nde Gümüş Ağaç Plakası Ödülü’nü alan ve Ayşe Şasa’nın senaryosuna dayanan Ahh Güzel İstanbul (1966/ 1967) içki yüzünden her şeyini yitirmiş, güngörmüş eski bir İstanbul efendisi, yeni sokak fotoğrafçısı Haşmet, artist olmak için büyük kente gelip kötü yola düşen ve Haşmet tarafından kurtarıldıktan sonra ünlü bir assolist olan Ayşe’nin öyküsünü buruk ve bir hayli nostaljik çağrışımlarla anlatır.”
Scognamillo film hakkında “Bu gerçekten bir hayli keyifli güldürü, halk ve devlet ilişikilerini tarihsel bir değerlendirme içinde ele almayı amaçlar” ifadelerini kullanıyor. Filmi “kara komedi” olarak da nitelendirebiliriz. Bazı yanlarıyla dramatik ögeler taşıyan filmin bir komedi ödülü almasının sebebi de budur. Biçimle öz arasındaki zıtlıkla beliren bu durum özellikle Ayşe karakteri üzerinde yoğunlaşıyor.
İSTANBUL BİR KURTULUŞ MU, YOZLAŞMANIN BAŞ KENTİ Mİ
Filmde müzikle de ilgilenen, piyano çalan, klasik Türk müziği eserleri icra eden Haşmet’le eğitimsiz olmasına rağmen İngilizce şarkılar söylemeye çalışan Ayşe bir tezatlık kuruyor. Haşmet, her yönüyle gücünü yitirmiş ama köklü olan yerliliği temsil ederken, Ayşe yükselen değer olan köksüzlüğü anlatıyor. Öyle ki filmin hemen başında Ayşe, Haşmet’e film yıldızı olacağını elinde bir magazin dergisi ile söylerken, kamera Haşmet’i gösteriyor. Haşmet’in arkasında o sırada Ayasofya görünüyor. Bu tezatlık İstanbul’a bakışta da ortaya çıkıyor. Ayşe, İstanbul’u bir kurtuluş, heyecan ve eğlence yeri olarak görüyor. Haşmet ise İstanbul’un giderek bozulmasından yakınıyor. Hatta “Gerçekte kaldı mı bilmem ama benim içimde hala bir güzel İstanbul yaşar” diyor Haşmet İstanbul’a bakarken.
TEK DİŞİ KALMIŞ BİR CANAVAR: “MEDENİYET”
“Ahh Güzel İstanbul” filminde “medeniyet” meselesi üzerinde duruluyor. Medeniyete bakış konusunda aslında en önemli detay, fuhuş yapılan pansiyonun isminde görülüyor. Polisin de bastığı bu yerin adı “Pansiyon Medeniyet” olarak belirlenmiş. Türkiye’de hem sinemada, hem edebiyatta, hem de tiyatroda defalarca işlenmiş yanlış batılılaşma filmin ana teması. Medeniyet ve gelişme adı altında “ahlaksızlık” yapıldığı ve “yozlaşma” yaşandığına dair göndermeler filmde sık sık karşımıza çıkıyor. “Ahh Güzel İstanbul” bu anlamda “muhafazakar” bir film olarak nitelendirilebilir. Batılılaşmanın değerlere zarar verdiği, insanların bu konuda yanlış bilinç sahibi olduğu anlatılıyor. Ancak karşılığında sunulan tez bütün bunlardan uzak durmak olarak nitelendiriliyor. Üçüncü bir yol gösterilmiyor filmde. “Muhafazakar aile yapısı” üzerinde çok durulmuyor ama buna işaret ediliyor.
Bir sahnede; bir ressam, bir sinemacı, ve plakçılar “bir sosyal deney” için meyhanede otururken gösteriliyor. Aralarından biri Haşmet’in arkadaşı olduğu için Haşmet de yanlarına gidiyor. Arkadaşı Haşmet’e meyhanede yapmak istedikleri şeyin halka “değerli” addettikleri müziği dinlettirmek, onları “yanlış ve bayağı” olandan uzaklaştırmak olduğunu söylüyor. Haşmet soruyor, “Peki ya beğenmezlerse?” Yanıt, “Beğenirler, beğenmezlerse de alışırlar.” Bu tepeden inmeci anlayışla, burjuva alışkanlıkları dayatmak suretiyle halka neyin doğru, neyin yanlış olacağını öğretme “hakkını” kendinde görenlerin eylemleri ters tepiyor. Meyhane müşterileri dinletilen Batı müziğine isyan ediyor ve sonunda kavga çıkıyor. Yani halk, Batılılaşma dayatmasına karşı çıkıyor ve onları kovuyor.
“ZARAFETİ SEN ANLAMAZSIN”
Sınıfsal farklılıkların işlendiği bir diğer an da Haşmet, Ayşe’yi paşa dedesinin fotoğrafının asılı olduğu, piyano bulunan evine götürdüğü sahnedir. Bu sahnede Ayşe’nin kıyafeti yoktur. Haşmet, ona kıyafet vermek ister. Büyükannesinden kalan bir giysiyi uzattığında da Ayşe kıyafetin güzelliği ve kalitesine hayran kalır. Kumaşın cinsini sorar. Haşmet, “Büyükannemi anlamak için eski zaman zarafetini bilmek lazım, sen anlamazsın” der. Ayşe geldiği sınıf itibariyle “soylu aile” alışkanlıklarını bilmiyor, aslında bunu çok da önemsemiyor zaten. Onun tek derdi bir an evvel sınıf atlamak olarak gösterilmektedir. Çünkü nihayetinde Ayşe, Haşmet’in tabiriyle “aşağılık mecmualar, kötü filmler, pis efsanelerle” yetişmiş biridir ve pek çok şeyi “anlayamayacak” vaziyettedir.
Burada kadınlar için ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Filmde kadın temsili pek çok açıdan problemli diyebiliriz. Filmdeki tüm kadınlar, büyük hatalar yapmış ya da yapmaya meyilli, kafası karışık olarak gösteriliyor. Şöhret meraklısı Ayşe dışındaki kadınlar da olumsuz yanlarıyla ele alınıyor. Örneğin Haşmet evlenmemiş olmasının sebeplerini anlatırken, “zengin kadınla evlenilmeyeceğini”, “okumuş kadınla evliliğin zor olduğunu”, “esnaf kızıyla evlilikte sorunlar çıkacağını” söylüyor. Filmde kadınlar maddi varlıkları ve babaları üzerinden değerlendiriliyor, bireysel özellikleri ile değil. Dahası kadının “okumuş ve eğitimli” olması da bir “kusurmuş” gibi aktarılıyor. Burada Haşmet’in aşık olduğu Ayşe’nin de eğitimsiz bir kadın olduğunu tekrar vurgulamak gerekiyor.
ÇARESİZ, SÜREKLİ HATA YAPAN, SAF KADIN KARAKTERLER
Filmde ana karakter Ayşe, hataları neticesinde tecrübe kazanmayan, art arda hatalar yapan ve kendi ayakları üzerinde duramayan biri olarak tasvir ediliyor. Önce bir pansiyon sahibine, sonra da bir gazino sahibine “sığınıyor.” Filmin sonunda da bu durum değişmiyor, bu kez de Ayşe, Haşmet’in “kanatları altına giriyor.” Filmin hiçbir sahnesinde Ayşe zor durumdan kendi başına da çıkamıyor üstelik. Hiçbir şeyin üstesinden gelemediği gibi, bir de üstüne eline yüzüne bulaştırıyor ve her seferinde erkek koşup geliyor imdadına. Kadın, hayalleri ve isteklerinden feragat etmeden, hatalarından ders çıkararak ve onları tekrarlamayarak idealleri uğruna savaş vermeye devam etmiyor. Tüm hayallerinden kayıtsız, şartsız vazgeçiyor ve “evinin kadını” oluyor. Yaşadığı değişimin sonunda her şeyin sahte olduğuna kanaat getiriyor. Sahne adı olarak seçtiği “Aylin”in de, uydurduğu hikayelerin de, peruğunun da sahte olduğunu söylüyor. Hatta makyaj nedeniyle yüzünün bile sahte olduğunu düşünüyor ve o “dünyayı” terk ediyor. Filmin sonunda “Şimdi ne yapacağız” diye Haşmet’e soruyor, Haşmet de şu yanıtı veriyor: “Bilmem ama yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam bir şeyler bulunur.” Sağlam kelimesi filmde bir yerde daha dikkat çekiyor, Haşmet’in ağzından şu ifadeler dökülüyor: Ah ihtiyar medeniyet, çocuklarına sağlam yepyeni bir dünya kurmaktan bunca aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?” Haşmet hala sağlam olanın varlığına inanıyor. Ama kadın temsiline dönecek olursak, o inanılacak sağlam değerleri bulmak yine erkeğe düşüyor. Kadın edilgen bir konumda kalıyor. Kadınların birbirleri ile ilişkileri de sorunlu. Kadınlar neredeyse birbirine hiç temas etmiyor. Ettikleri noktada da anlaşmazlıklar baş gösteriyor.

Haşmet’in şemsiyesi bir “asalet” sembolü olarak kullanılıyor
“HAŞMET” ADI GÖRKEMLİ GEÇMİŞE GÖNDERME
Ziya Osman Saba’nın “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” ve Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” eserlerini hatırlatan Haşmet, titizce çizilmiş bir karakter. Adının Haşmet olması, sık sık bahsettiği “görkemli” geçmişe bir gönderme. Elinden eksik etmediği şemsiyesi de bir “asalet” sembolü aslında. Baston gibi kullandığı şemsiyesini bir sahnede ağaç dalına asıyor. Bu sırada Ayşe, Haşmet’e genç ve yakışıklı olduğunu söylüyor. Haşmet ayağa kalkarak “Ben mi gencim” diyor ve şemsiyesini gösteriyor. Şemsiye burada “geçmişin” ve “eski” olanın simgesi olarak görülüyor.
“Ahh Güzel İstanbul” tüm bunlar göz önüne alındığında sorunları olmasına rağmen değerli bir film olarak Türkiye sinemasındaki yerini alıyor. 1960’ların İstanbul’uyla bezenmiş filmdeki görüntüleri izlemek de, insanı farklı bir yolculuğa çıkarmış oluyor.
Gani Turanlı’nın görüntü yönetmeni olarak başarısı ve Atıf Yılmaz’ın ilk ve en önemli filmlerinden biri olması münasebetiyle de ilgiyi hak ediyor “Ahh Güzel İstanbul.”