YAZAR YERİNE FENOMEN, OKUR YERİNE TAKİPÇİ, YA DA…

Nilgül Erdan yazdı: Yayıncılık sektöründen ekonomik kriz manzaraları

d1228ce0-57b1-4b05-99da-db84a16fe5ef-large16x9_BooksThinkstock

Nilgül ERDAN

Yetenekli bir yazar adayı ilk kitabını kaleme aldığında önünde çok çetin bir yol vardır. Hayal kırıklığına uğramasının muhtemel olduğu, uzun bekleme ve ret ihtimaliyle örülü bir yoldan bahsediyorum. Eskiden de zordu işler ancak ekonomik krizin ve “fenomen” hegemonyasının bu denli yoğunlaştığı bir süreçte yazar adaylarının işi daha da zor hale geldi.

Bir yazar adayı dosyasını yayınevlerine gönderdiğinde heyecan ve gerilim yüklü bir süreç başlamış olur. Yayınevleri genellikle 3 ila 6 ay arasında olumlu ya da olumsuz bir dönüş yapar. Yayınevlerine çok fazla dosya gelir, hepsinin okunması zaman alır. Bazı dosyalar haftalarca, hatta aylarca bir köşede tozlanır durur. Zaman içinde kitap okunur, hakkında bir rapor yazılır ve yayın kurulunda tartışılır.

Bu süreçte kitap beğenilmeyebilir, beğenilse dahi o yayınevinin programına ya da yayın çizgisine uygun olmayabilir. Doğrudan piyasa koşullarını düşünerek hareket eden yayınevleri (Bunların dışında olan ve yayıncılığı başka ideallerle yapan yayınevleri de var) bir kitabın satmayacağını düşünerek kitabı reddedebilir. Bu hep böyle olmuştur ancak şimdi yazar adayları birbiriyle bağıntılı iki çetin sorunla daha mücadele etmek zorunda; ekonomik kriz ve fenomen hegemonyası.

ÇOK SATACAK BİR KİTABI ÖNGÖRMEK PEK MÜMKÜN DEĞİL

Yazar ve Yayıncı Semih Gümüş, geçtiğimiz günlerde Gazete Duvar’dan Anıl Mert Özsoy’a verdiği röportajda okuru bekleyen tehlikeleri şöyle sıralamıştı.

“1. Yayımlanan kitapların sayısında azalma olacaktır.
2. Kitap ve dergi fiyatları ister istemez artacaktır.
3. Pek çok yayınevi, özellikle büyük yayınevleri artık çok satan kitaplara öncelik verirken nitelikli kitaplardan uzak duracaktır. Yeni ve genç yazarların kitaplarını yayımlaması da zorlaşır.
4. Bütün bunlar da yoksullaşmış kültür hayatımızı biraz daha aşağı iter.”

Pek çok yayınevinin programlarını belirlerken daha önceden sözleşmesi imzalanmış olmasına rağmen kimi kitaplarını yeni yayın dönemi programlarından çıkardıklarını biliyoruz. Bir yılda yayımladıkları kitap sayısını yüzde 25-30 oranında azaltan yayınevleri var.

Yayınevleri bu süreci aşmak için farklı yollara başvuruyor. Kitap sayısının düşüşü önemli bir veri. Felaketin bilançosu, yıl sonunda Türkiye’de yayımlanan kitap sayısı belirlendiğinde ortaya çıkacak. Öte yandan yayınevleri kendi bünyesinde birtakım kısıntılara gidiyor, bünyelerindeki editör ve tasarımcılardan bazılarıyla yollarını ayırıyor, bir küçülme politikası sergiliyor. Sektörün hacmi ve kriz koşulları göz önüne alındığında işsiz kalan yayıncılık sektörü çalışanları için işler pek iç açıcı görünmüyor. Daha az kitap, daha az editör ve tasarımcı demek, daha az çalışan da yine daha az kitap anlamına geliyor, döngü sürüyor…

Yayınevleri bu süreçte, Semih Gümüş’ün de belirttiği gibi çok satan kitap arayışına düşüyor. Ancak çok satacak bir kitabı öngörmek pek mümkün değil. Yayıncıların elindeki en büyük veri, kitabını basacakları kişinin sosyal medyadaki takipçi sayısı olabiliyor. Bu aynı zamanda reklam bütçesinden bir ölçüde muaf olmak anlamına geliyor. Zira takipçisi bol bir ismin kendi kitabını paylaşımı, onu yüz binlerce kişinin görmesini sağlıyor. Takipçisi bol kişinin, bir de takipçisi bol arkadaşları olduğundan eminse yayıncı, artık o kitabın niteliği bazı yayınevleri için önemsiz hale geliyor.

‘OKUR İSTERSE ALIR, İSTEMEZSE ALMAZ’ BASİTLİĞİNDEN ÇIKIYOR İŞ

Bir insanın internette çok popüler olması onun kitap yazamayacağı anlamına gelmez elbette. Hatta diliyle, üslubuyla, keskin zekasıyla ve kısıtlı alanda kısa ifadelerle insanlarda merak uyandıran birinin uzun erimli ve bütünlüklü bir çalışma için kollarını sıvaması makul bir tercih. Ve fakat ününü bu niteliklerinden değil, başka başka noktalardan devşirmiş insanların piyasadaki tahakkümünün etkileri sanılanın çok üzerinde… İşte konu da tam bu noktada düğümleniyor. Okur isterse alır, istemezse almaz basitliğinden çıkıyor iş. Nasıl olduğunu anlatabilmek için bir kitabın yayıma hazırlanma sürecine ve mevcut ekonomik koşullara bakmak gerekiyor.

Zira herkesin konuştuğu bir fenomen kitap çıkardığında sosyal medyada sonsuz kez bu kitaba dair paylaşımlar görülüyor. Yayınevleri kısıtlı reklam bütçelerini bu kitaba ayırıyor. İlanlar, reklamlar, tanıtımlar bu kitaplar için ayrılıyor. Kitap ekleri, kimi gazetelerin kültür sayfaları bu kitaplara dair haber, röportaj ve tanıtımlarla dolup taşıyor. Bu durumda güç bela kitabını bastırabilmiş, belki 1500, 2000 tirajla yola çıkmış bir yazarın kendi kitabını duyurma alanı da daralmış oluyor.

Bu yöntemin yayıncılığa bir “sıcak para akışı” sağladığı ortada. Öte yandan zararının etkisi uzun vadeli ve oldukça yıkıcı. Yayınevleri söz gelimi 10 bin satacağından emin olmadan kitap basmayınca kitabın kıymetine bakmaksızın tanınmamış yazarların ve yazar adaylarının kitaplarını yayın programına almıyor. Yayın programları fenomenlerin kitaplarıyla dolup taşıyor. Her şeye rağmen bir kültür ve bilim sorumluluğu ile hareket eden bir avuç yayınevi için işler daha da ağır hale geliyor.

NİTELİKLİ YAYINCILARA BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR

Yaratılan kültür endüstrisinin içinde reklamıyla, parası ödendiği için devamlı raflarda görülmesiyle, sosyal medyada sürekli karşımıza çıkmasıyla bir hegemonya kuruluyor. İşte burada iş yine okura ve sorumlu yayıncılık yapan dergilere, sitelere düşüyor. Tanınmamış yazarların da görünürlüğünün artması, onlarla ilgili paylaşımlar yapılması, kitaplarının konuşulması hayati önem taşıyor. Dergilerde ve sitelerde takip edilen yazarlar kitaplarını bastırdığında onların kitaplarını satın almak ve tavsiye etmek, “elden ele” görünürlüğünü artırmak mühim. Nitelikli kültür sanat, edebiyat dergilerine ve her şeye rağmen nitelikli kitapları okurlarına ulaştırmayı şiar edinmiş yayınevlerinin kitaplarına bütçe ayırmak ise elzem.

Kitap, yapılan değil yazılan bir şey…

Hatırlatmak konusunda iş bize düşüyor…

15 Haziran 2018’de Evrensel’de yayımlanmıştır. 

Bir yorum

  1. Okunası bir yazı olmuş.

    Beğen

Yorum bırakın