Sinema yazarı, senarist, kısa film yönetmeni Uygar Şirin’le 3. romanı “Karışık Kaset”i konuştuk. Ulaş ve İrem’in çocukluklarında başlayan ve uzun aralıklarla devam eden ilişkilerini, müziğe tutkuyla bağlı bir çocuğun müzik yazarı olma serüvenini anlatan kitap 3 yıllık bir emeğin ürünü. Uygar Şirin yeni kitabının heyecanını ve armağan edilen “karışık kasetlerini” Milliyet Sanat’a anlattı.
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Kitap kafanızda ilk olarak nasıl şekillendi?
“Karışık kaset” meselesi aslında 20 yıl öncesinde kaldıysa da, farklı şekillerde devam ediyor. Örneğin “playlist” şeklinde hala insanlar birbirlerine karışık kasetler yapıyor. Karışık kasetler genellikle kitapta olduğu gibi aşk ya da başka bir duyguyu ifade etmek için yapılıyor. Şunu düşündüm; zaman değişiyor, insanın hayatına başka birileri giriyor. Fakat karışık kaset verme eğilimi devam ediyor. Bunun üzerine düşünürken; bir şekilde öyle bir hayat denk gelseydi ki, karışık kasetler hep aynı kadına verilseydi sorusu aklıma takıldı. Romanın başladığı yer bu düşünce oldu.
Ulaş ve İrem hayatının üç evresinde bir araya geliyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki karşılaşmalarda yaşanan “fiyasko”lara rağmen, üçüncü evrede her şey yerli yerine oturuyor. Siz de yaş olarak bu üçüncü evredesiniz. O evrede neler oluyor da, bu ilişki mümkün olabiliyor?
İnsan belirli evrelerde belirli şeyler öğreniyor diye düşünüyorum. Zaten psikolojide de bunun karşılığı var; ergenlik krizi, orta yaş krizi, yaşlılık krizi gibi… Aslında “kriz” diye kötü çağrışımlar yapıyor bizde ama kriz kelimesi de kötü bir şey değil, kararla ilgili bir şey. O zamanlar insanların bazı şeyleri anladığı ve kendisini değiştirdiği yıllara denk geliyor diye düşünüyorum. Kitapta İrem bunu daha önce de yaşamış gibi görünüyor. Onu arada görmüyoruz ama 2010’da onu tanıdığımızda sanki bir şeyleri daha önce yaşamış gibi ya da anlamış gibi görünüyor. Ulaş, İrem’le yaşadıklarından sonra bu noktaya geliyor. Buradaki en temel şey bence insanın huy diye, “benim de huyum bu”, “benim de kişiliğim böyle” diye geçtiği bir takım özelliklerinin aslında bazı inatlar, bazı dirençler, korkular olduğunu fark edebileceği yaş tabi. Herkes için böyle olmuyor ama, biraz kendi kurduğunuz kişiliğin arkasındaki gerçekleri görüyorsunuz. Sonuçta kişilik denen şey bir vitrin. Vitrinin arkasındaki gerçeklerle insan karşılaşabiliyor. Kitapta da özellikle yer verdim. Büyük trajediler; ölüm gibi, ayrılık gibi şeyler insanın karakterini anlamasında önemlidir. Çünkü hiç birimiz mutluyken “Acaba bende ne yanlış” diye oturup düşünmüyoruz. Mutsuz olduğumuzda ne yazık ki böyle bir öğrenme yöntemimiz var.
İrem’de bu gelişim çok daha netken, Ulaş’ta her yaşta biraz çocuk, biraz koca adam birini görüyoruz…
Çok doğru. O yüzden de Ulaş hiç büyümüyor ama hem de zaten büyük. Tam da dediğiniz gibi, o çocukken de büyüktü. Problem şu ki, büyüdüğü zaman da o çocuk taraf kalıyor onda. Çocukken büyük taraf, “bu da büyümüş de küçülmüş”, “aman ne olgun” gibi iltifatlara mazhar olurken, 20’li, özellikle 30’lu yaşlara gelince insanın çocuk tarafı sorun yaratabiliyor, ilişkilerde bocalamasına sebep oluyor.
Ulaş çocukluğunda müthiş bir müzik dinleyicisi. İlerleyen yaşlarda müzik yazarlığı yaptığını görüyoruz. Siz de aynı zamanda sinema yazarısınız. Ulaş’la benziyor musunuz? Sizde de süreç böyle miydi?
Evet tam olarak böyleydi. Ama ben sinemaya uğraşan insanlara göre biraz geç başladım. 8-10 yaşlarında izlemeye başlayanları okurum ama sinemanın çok acayip bir şey olduğunu 15 yaşımda anladım. Ondan sonra deli gibi izlemeye başladım. Ulaş’ın şarkı defteri gibi benim de film defterim vardı. Gittiğim filmlere 10 üzerinden not vermişim. Bir yıl kadar yapmışım bu manyaklığı. Gittiğim her film, hangi sinemada izlediğim vesaire… O kısmı benziyor evet.
Peki siz de Ulaş gibi genel olarak beğenilenlere burun kıvırıp kenarda köşede kalmışları övüyor ve tavsiye ediyor muydunuz?
Yo, öyle bir şeyim yok. Ama sinema için konuşursak, sinemada belli taraflar var. Özellikle sanat sineması, ticaret sineması ayrımı gibi. Bunları oldum olası saçma buldum. Belli bir yerden sonra türlerden herhangi birini doğrudan kötüleme gibi bir durumu reddediyorum. Bu da çok değişti son dönemlerde. Benim gençliğimdeki gibi değil. Eskiden bu duvarlar çok daha kalındı.
Romana dönecek olursak; Ulaş, İrem’i yalnızca ilk aşkı olarak aklının bir köşesinde bulundurmuyor. Onu uzun araların ardından her gördüğünde o aşkı içinde yeniden hissediyor. Bu aşk mı, saplantı mı?
Cikletlerden çıkan sözler gibi bir şey söyleyeceğim ama aşk bir saplantıdır zaten. O yüzden her ikisidir de. Tabi çok güzel şeylere sebep olmakla birlikte, aşkın çok kutsallaştırılacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Dediğiniz şey benim için kitabın önemli taraflarından biri. Kitapta ne kadar öne çıktığını insanlar okuyunca göreceğiz elbette. Bu tür takıntılar pek çok zaman insanın hayatında bir şeyin çaresi ya da bir eksiği kapatacak bir yama gibi duruyor. Bazı insanlar için paradır bu. Bazıları için işleri, meslekleri. Birçok insanın hayatında da aşk böyle.
Romanın bir bölümü asıl anlatıcı olan Ulaş’ın değil, İrem’in gözünden anlatılıyor. Bu önceden planladığınız bir şey miydi, o sayfalara gelince mi karar verdiniz?
Oraya gelirken karar verdim. 3 yıldır üzerinde çalıştığım bir kitap bu. Pek çok farklı anlatım biçimiyle denedim ve hiç biri içime sinmedi. Bu son hali çok kabaca söylersek, Ulaş sanki bir arkadaşına hayatının aşkını anlatıyormuş versiyonu. Bu bulduğum en basit fikirdi ve belki de diğer versiyonlar fazlaca karmaşık olduğu için işlemediler. Bazen böyle çiftlerden biri bir şey anlatır, diğeri de araya girip “O şöyleydi” der ya… O çok hoş bir ayrıntı gibi düşündüm. Tam bu bölüme gelince, işte bu olsun dedim.
Blogunuzda bir alıntı yapıyorsunuz, yazarların en sevdikleri bölümü çıkarmaları gerektiğine dair. Bu ne anlama geliyor? Siz de çok şey çıkardınız mı?
Yazarlar çok sevdikleri şeyleri iyi yazamayabilirler. Ya da iyi yazmalarına rağmen metinde yeri yoktur, fazlalıktır ve yazarlar aşık olup metinde tutabilir. Bu büyük bir problem. Yazılmış şeye aşık olunsa dahi gereksizse atmayı bilmek gerekir. Kitaptan birkaç sevdiğim bölümü çıkardım ben. Özellikle birini kaleme alırken, kitabı bu bölüm için yazıyorum diye düşünmüştüm. Ulaş, Mazhar Alanson’la röportaja gidiyordu. Bayıldığım bir fikirdi. Fakat kendimle yaşadığım yarım günlük kavga sonucunda çıkardım. Sırf bu bölüm için Mazhar Alanson’un hayatını ezberlemiştim. Okumadığım, izlemediğim şeyi kalmadı. Alanson için kitap yazacak kadar bilgi sahibi oldum. Ama kitapta olmaması gerektiğini gördüm ve olmadı.
Malzeme elveriyormuş ancak yine de sürdürmemişsiniz romanı.
Uzatmak istemedim. Birisi karşındaki insana aşk hikayesini anlatmak isterse bir çırpıda anlatır normalde. Tanışmalarını, aşık oluşlarını, ayrılışlarını anlatır ve hikaye biter ama belki toplamda 10 yıllık bir süreci anlatmıştır. Biraz bunu da aklımda tutarak derli toplu bir hikaye olmasını sağlamaya çalıştım.
Bu pekala bir romantik komedi filmi senaryosu olabilirmiş. Düşündünüz mü yazarken?
Hiç senaryo yazarı olarak başladığım bir şey roman olmadı ya da tam tersi hiç başıma gelmedi. Ama bunu yazarken düşündüm. Hatta bunu bir senaryo gibi de yazdım yarısına kadar. Ama sonra beğenmedim. Sonra romana sıfırdan başladım. Bundan sonra film olabilir.
Kitabınızın sonunda Ulaş’la İrem’in hikayesi bir film oluyor. Ve bu kişileri Umut Kurt ve Ezgi Mola canlandırıyor. Neden bu isimler?
Şöyle bir hikayesi var. Bunu senaryo olarak düşünürken kim oynayabilir diye kafa yoruyordum. Onu kafamda canlandırmak beni rahatlatıyor. Ezgi Mola ve Umut Kurt’un oynadığını düşünmüştüm 2009 yılında. Sonradan Ezgi Mola ve Umut Kurt’un sevgili olduğunu öğrendim. İnanamadım! Bu kadar tesadüf olabilirdi. O zaman kafamda çok kemikleşti iki isim.Sonra romana dönüp, roman içindeki film fikri ortaya çıkınca kaçınılmaz olarak Mola ve Kurt devreye girdi. Hatta o bölümü yazdıktan sonra okuttum. Onlar da “bizim için çok güzel bir şey” dediler.
Müzik konusunda da iddialı mısınız? Sıradan bir müzik dinleyicisi olmasanız gerek…
Türkçe müzikte sıradanın biraz ilerisindeyim. Ama genel olarak tüm türler konusunda son derece sıradan bir müzik dinleyicisiyim. Karışık Kaset’te dinlediklerimin payı var ama onun çok ötesine geçen dinlemeler, okumalar yapmak zorunda kaldım. Aylar boyu evde 70’lerden bugüne Türkçe pop çaldı. Kitaplar okudum. Kitabın sonunda da teşekkür ettiğim isimler var. Murat Meriç, Okan Arpaç ve Olcay Tanberken yardımcı oldu. Müzik bilgisinden öte kendi hikayelerini anlattırdım. Çocukluklarını, müzik tutkularının nasıl başladığını… Şu anki mesleklerine nasıl adım attılar… Genel olarak bu dünyanın oluşmasında çok yardımcı oldular.
Hayatınızın şu bölümüne dair bir karışık kaset yapsanız hangi şarkılar olurdu?
Ulaş’ın kendine yaptığı karışık kasetin büyük çoğunluğu benimkinde de olurdu. “Ah Bu Ben” diye bir karışık kaseti var Ulaş’ın… Onun çoğu olurdu. Şebnem Ferah şarkıları, “Ben Bir Mülteciyim” olurdu. Duman’ın “Paranoya”sı olurdu. Belki Demir Demirkan’ın “Göçmen” şarkısı olurdu.
Üçüncü romanınız bu. İlk ikisinden bu yana neler değişti üslubunuzda?
İkinci romanımla arasında çok uzun bir zaman var. Ben bunu tabi tam olarak hissedemem ama çok farklı bir şey ortaya çıktıysa şaşırmam. Buna okur karar verecek. Belki bu aralar sadeleşme ve sadeleştirmeye çok takıntılı olduğum için romanda belki bu ön plana çıkmış olabilir. Bir de katmanlı hikayeler anlatmayı seviyorum ama bu sefer alt katmanların daha belli belirsiz olmasına özen gösterdim. Fondaki bir müzik gibi. Ama onu hisseden yine hissedecektir.
Son olarak sinema yazarlığınızı sormak istiyorum. Bir sinema yazarı olarak hala bir filmi heyecanla izleyebiliyor musunuz, yoksa artık bir mesleki deformasyon söz konusu mu?
Artık çok daha az film beni heyecanlandırıyor. İzlenen filmler artıp yaş ilerledikçe bu tür heyecanlar azalıyor ve ben bunu daha önce görmüştüm duygusu artıyor. “Bunda bu kadar heyecanlanacak ne var, bunu 20 yıl önce şu yapmıştı. 50 yıl önce bu yapmıştı” hissi artıyor. Ama sonuçta sayı azalsa da duygu değişmiyor.
Son dönemde sizi heyecanlandıran yerli filmler hangileriydi?
Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”, “Yumurta”, “Süt”,”Bal”.”Bir Zamanlar Anadolu’da”nın Türk sinemasında tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Biraz daha geriye gidersek Zeki Demirkubuz’un “İtiraf” filmini de ekleyebilirim.”
Bunlar benim de büyük keyifle izlediğim filmler elbette ama İrem olsaydı “Yine çoğunluğun beğenmediklerini seçtin” derdi.
Kesinlikle öyle. İrem tam da böyle söylerdi. (Milliyet Sanat- Şubat 2013)