Ayhan Bozkurt’un yeni romanı “Bütün Aşklar Birbirine Benzer Biri Hariç” raflardaki yerini alırken, edebiyatla ilişkisi şiirle başlayan Bozkurt da, “romancı” gömleğini iyiden iyiye geçirmiş oluyor sırtına.
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Bozkurt’u tanıyanlar hatırlayacaktır, iyi şairdir… Şiir kitaplarındaki lirizm romana da yansımış, ayraç kullanmaya ihtiyaç duymayacağınız cinsten bir roman kazandırmış edebiyatımıza…
Kitapta bir medya imparatorluğuna çeviriyoruz gözlerimizi. Bozkurt’un ana karakteri Semih Kurt, bir medya grubunun CEO’sudur. Bazı nedenlerden(!) dolayı medya grubunda yavaş yavaş gazetecilik anlayışı değişmeye başlamaktadır. Bu durumdan rahatsız olan Semih’in özel hayatında da işler pek yolunda gitmemektedir. Eşi Selvi, fazla kontrol meraklısı, görünüşe haddinden fazla önem veren ve sevgi gösterilerini zaman zaman abartarak karşısındakini ilgisiyle boğmaya hazır biridir. Tüm bu olup bitenler içinde Semih kendini büyük bir labirentin içinde gibi hissetmektedir. Her yol, aynı noktaya çıkmaktadır, boğulma hissi ve sıkıntıya… Semih’in hayatı bir gün, yöneticiliğini yaptığı TV kanalında bir programla ilgili detayları konuşmak için gelen sunucu asistanı ile değişir. Gelen asistan Eylül, Semih’in hiç de yabancısı olmadığı biridir… Eylül, kitabın hemen başında Bozkurt’un belirttiği gibi, “Aşkı hayatın anlamı yapacaksan bedelini ödemeye hazır olmalısın” cümlesinin tüm sahiciliğini anlatan bir şekilde geçmişte olduğu gibi şimdi de Semih’in hayatını kökünden değiştirecektir. Semih bedel ödemeye hazırdır. Peki hayat yalnızca aşkla anlamlandırılabilir mi?
Bozkurt’un yarattığı medya dünyası, uzak bir dünya değil. Örneğin tarafsız gazetecilik yapmak isteyen ama ciddi para cezaları ile karşılaştığı için çaresiz kalan medya patronu yabancı gelmeyecektir. “Bizim köşe yazarlarımız birer yıldız olmalı. Yani yazıları kadar kendileri de merak edilmeli. Çünkü yazılarıyla beraber, yaptıkları da okurun dikkatini çekmeli” diyen genel yayın yönetmeni de tanıdık biri sanki… Onurlu gazetecilik düsturundan ayrılmayan “Hüseyin Er” de, köşe yazarlarını yakından takip eden, yazarların ön adlarını da bilenler için bilindik bir sima olabilir… Bunların dışında da çok güzel göndermeler var… Örneğin Semih Kurt, bir yolculuğu sırasında ağaçlara sahip çıkan öğrencilere müdahale eden polisler görüyor. Çok geçmeden polisin attığı biber gazı Semih ve oğlunun içinde bulunduğu arabaya da doluyor. Bu sırada oğlu korkuyla “Polisler bizi yakalamadan hemen Peter Pan’a haber verelim” diyor. Semih, oğluna tamam deyip gazetesini arıyor ve muhabir göndermelerini söylüyor… Peter Pan, hiç büyümeyen bir çocuk kahramandır. Gazetecilik de aslında bir çocuk heyecanıyla kahramanca yapılabilecek bir iştir… Peter Pan göndermesi, gazeteciliğe meraklı okurların yüzünde bir gülümseme meydana getirecektir.
Bozkurt, 1997 yılında bir dergiye verdiği röportajda ilk şiir kitabının yayınlanması sürecinde yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu: “Bir yerde oturuyoruz. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı geçerken gördük. ‘Hocam, pardon’ dedim. Döndü, ‘Sen kimsin’ diye sordu. Hayat boyu söylemeyeceğim bir şey söyledim orada, ‘Şairim’ dedim. Sinirlendi. ‘Ben yüz yaşımda kendime şair demem, defol, uzaklaş’ diye bağırıp bastonuyla vurmaya başladı. Sinirimden ağladım.” Ayhan Bozkurt, o gün orada şair olduğunu söylediği için bastonu yiyordu. O yılların tecrübesiyle olsa gerek, bu romanda da aslında bir şair olduğunu sayfa sayfa bağırmıyor. Ancak incelikli şiirsel ton kendini hissettiriyor. Kitapta şiirsel derinlik ve ahenk ile romanının o gerçekçi yanı birbiri içinde eriyor. Bunu, henüz ikinci romanı olmasına rağmen, ustalıkla yapıyor. Bozkurt, şair sıfatının yanına hakkını vererek bir de romancılığı ekliyor…
Milliyet Kitap-Kasım 2013