1846 yılı, Sultan Abdülmecid dönemi İstanbul’unda bir gece vakti boğaz nasıl görünürdü? İnsanlar nasıl eğlenirdi, şairin “Başka işret, başka letafet var içinde” dediği meyhanelerde neler olup biterdi? Batı menşeili enstrümanlar Devleti Aliye’de nasıl yankılanırdı?
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Everest İlk Roman Yarışması’nı 2012 yılında “Gırnatacı” romanıyla kazanan, asıl mesleği doktorluk olan ve kadın hastalıkları uzmanı kimliğiyle tanınan Ercüment Cengiz’in ikinci romanı olan “Çellocu” tüm bu sorunlara yanıt veriyor. Sadece bunlar mı? Osmanlı’nın batılılaşma çabalarının sancılarını, batı kültürü ile doğu kültürünün bir potada nasıl eridiğini; bir evde, bir şehirde nasıl büyüleyici, sıkıntılı, şiddetli bir armoninin kol gezdiğini de anlatıyor.
Ercüment Cengiz, uzun yıllar süren araştırmaları neticesinde, tarihten adeta damıtarak elde ettiği gerçeklikler üzerine bina ediyor romanını. Ortaya insanın baki duygusal buhranları, dünden bugüne aslında pek de değişmeyen çatışmaları çıkıyor.
Romanda, Mustafa Âli Paşa’nın evine konuk oluyoruz. Paşa’nın genç ve güzel karısı Melek müzikle ilgilenen biridir. Paşa, onu Pera Tiyatrosu’nda bir konsere götürür. Konserde Melek’in dikkatini, tüm orkestra içinde yeteneği ile kendini hemen belli eden genç bir çellist çeker.
“Çellocunun kah alçak perdeden sakin, kah yüksek perdeden fırtına gibi ustaca çaldığı ezgilerle nefesi tutulacak gibi oluyordu. Saçları her hareketiyle uçuşan, tuhaf kıyafetli bir Frenk çalgıcısının sazıyla sevişir gibi bir edayla sandalyesinde sallandığını gördükçe afallıyordu.”
Bu çellist İtalyan bir müzisyen olan Dante’dir. Dünyaca ünlü besteci Liszt, birkaç hafta sonra İstanbul’a gelecektir ve onun onuruna bir konser verilecektir. Bu konserde çalması için Dante de İtalya’dan çağırılmıştır. Melek, Dante’den ve onun enstrümanından o kadar etkilenir ki, kendisi de çello çalmak ister. Mustafa Âli Paşa, pek gönüllü olmasa da karısının bu isteğine boyun eğer ve ona çello dersleri vermesi için Dante’yi çağırır. Bir süre sonra evdeki bir yardımcının açık kapının hemen önünde beklediği, ortaya koca bir perdenin çekildiği halde çello dersleri başlar. Birbirini hiç görmeyen, kapıda bekleyen ve bir nevi nöbetçilik yapan halayığın endişesi ile ürperen, şahsi sohbetlere girmenin neredeyse imkansız olduğu bu ortamda müzikle birlikte iki gencin ruhu birbirine temas edecektir. Mustafa Âli Paşa’nın bu durumu sezmesi ise güç olmayacaktır.
“Çellocu” bir çatışmalar romanı. Genç çellist Dante ile ihtiyar Mustafa Âli Paşa’nın; genç ikinci eş Melek’le, Paşa’nın 40 yıllık ilk karısı Hatice Hanım’ın değil yalnızca. Hiç bilmediği bir kültürü anlamaya çalışan, önceden yaşadığı yere duyduğu özlemle şimdi bulunduğu şehre karşı heyecanının dalgalanışını içinde an be an yaşayan Dante’nin iç çatışması da var.
“Hep kötü bir şeyler olacakmış gibi yastığıma yapışıp kalmıştı sanki. Şimdi gecelerim daha huzurlu. Üstelik hava kararınca, gündüz bir yerlerde gizlenmiş gibi aniden peydahlanan tuhaf karmaşaya, köpeklerin korolarına (burası köpek sürülerinden geçilmiyor bu arada… ciddi tehlike!), tenorlara taş çıkartacak sarhoşların ayarsız haykırışlarına ve de avaz avaz bağıran satıcılara rağmen…”
Levanten bir baba ve Polonyalı bir annenin kızı olan, sonradan Müslüman olmuş Melek Hanım’ın sınır tanımayan ruhunun ve bir eve kapatılmış bedeninin çatışması da gözler önüne seriliyor. Ve tabii hayatına bir günah korkusu gibi giren o enstrüman ve müzisyenin tahayyülünün içinde yarattığı coşku ve tahribi de…
“Yorgun ve tedirgindi. Sanki bir şeylerden korunmak istermiş gibi, uzun bacaklarını iyice karnına yumak yaptı yorganın altında. Uyumaya çalışırken bir ara, konçertonun kreşendo bölümünde ortalığı gürül gürül kaplayan yaylıların arasından vakur, tok bir havayla yükselen çellonun paslı sesini işitir gibi oldu. Sanki kemanların arasında melodiyi bozan huzursuz bir ses…”
Mustafa Âli Paşa’nın, kabullenemediği batı kültürü, barışamadığı ihtiyarlığı ile önceleri yenmeye çalıştığı ama sonradan çaresizce teslim olduğu, içini yakıp kavuran kıskançlığıyla adeta boğuşması da anlatılıyor romanda. Karısı artık eski karısı değil midir?
“’Melek’in ruhunu keşfettiğim, tenini, bade dudaklarını tattığım için kuduruyorum kendi kendime muhtemelen. Lezzetini tattığımdan olsa zahir… Öncesinde böyle bir tasam yoktu… O halde, lüzumsuz vesveselerimden başka bir şey değil aklıma taktığım şeyler. Hem iki yıllık zevcem aynı kadın, aynı melek gibi kadın.’ Kendisini ikna edebildiği zaman ferahlıyordu Paşa. Ama bu uzun sürmüyor, birbirine tamamen zıt düşünceler aklında uçuştukça içi içini kemiriyordu.”
“Çellocu” tarihsel bir roman olmanın yanı sıra psikolojik bir roman da sayılabilir. Tarihle duygunun, eskiyle yeninin, gelenekselle modernin iç içe geçtiği bir kitaptan söz ediyoruz… Romandaki psikolojik tahlillere, detaylı betimlemeler de eşlik ediyor. Roman okurlarını 19. yüzyıla, müziğe, aşka ve İstanbul’a davet ediyor. Bu büyüleyici davete yüz çevirmek de zaten kolay olmasa gerek…
(Milliyet Kitap’ın Aralık 2014 sayısında yayımlanmıştır)