Susan Seller’in Virginia Woolf’un kardeşi ressam Vanessa Bell’in ağzından yazdığı romanı; çocukluk yollarında başlayan çekişmelerin, kıskançlıkların, çekilen sıkıntı ve acıların bir insanı nasıl sanatçıya dönüştürdüğünü gösteriyor.
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Günlerdir aynı satırlar dönüp duruyor dimağımda: “… Kolumu Thoby’nin boynuna doluyorum. Ömrümde ilk kez mutluluğun ne demek olduğunu anlıyorum. Üzerimize bir gölge düşüyor. Senin yılanınki gibi yeşil gözlerini fark ediyorum…” Virginia Woolf hakkında kardeşinin daha çocuk yaşta düşündüğü şeyler bunlar…
İngiliz Edebiyatı profesörü Susan Sellers’in ilk romanı “Vanessa ve Virginia” elime ilk geçtiğinde aşağı yukarı yukarıdaki cümleye benzer bir his kaplamıştı içimi. Bazı yazarlar vardır ki, insan daha ilk okuyuşunda hayatı boyunca birlikte yürüyebileceği bir yol arkadaşı edindiğini düşünür. Hele ki yol arkadaşı olarak Virginia Woolf gibi eğlenceli, garip, çelişkilerle dolu, muzip, kararsız ve yeri geldiğinde güçsüzlüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyabilecek kadar güçlü birini seçtiyseniz, onu kimseyle paylaşmak istemezsiniz. İşte bu yüzden Virginia Woolf ile ilgili ne zaman bir kitap ya da makale yazılsa biraz bozulurum içten içe… Onu kıskandığım, onunla ilgili bazı şeyleri herkes bilmesin istediğim için mi, yoksa uzun yıllardır yol arkadaşım olan bu ilginç yazarı hala yeterince tanıyamamış olabileceğim ihtimalinin tedirginliği mi, bilmiyorum. Kitabı okumaya başlamadan önce Susan Sellers’in, Woolf’ la arama girmesinden korkuyordum. Evet girdi de, ama Virginia’nın saçtığı ışığa engel olmadı, kitapla birlikte ona daha da yaklaşmamı sağladı…
Vanessa, Virginia’yı hep kıskandı
Susan Sellers kitabı, Virginia Woolf’ un kardeşi ressam Vanessa Bell’in ağzından yazıyor. Ve kolay kolay her romanda bulamayacağınız mahrem bir alana giriyorsunuz daha ilk sayfalarda. İki kardeşin nasıl büyüdüğüne şahit olurken, öte yandan iki sanatçının yetişmesini izliyoruz hep beraber. Çocukluk yıllarında başlayan çekişmelerin, kıskançlıkların, çekilen sıkıntı ve acıların bir insanı nasıl sanatçıya dönüştürdüğünü görüyoruz.
Vanessa, kendisinden iki yaş küçük olan kardeşi Virginia’yı hayatı boyunca hep kıskandı. Mutlulukla arasında en büyük engel olarak hep kardeşini gördü. Güneşle arasına giren, hayatı üzerine hep gölgesi vuran kardeşiyle ilgili olarak bir ömür sürecek olan duygusal gelgitler daha küçük yaşlarda başladı: “Ben en büyüğüm. Senden önce gelmeliyim.(…) annem seni övdüğünde şömineden sıçrayan bir kıvılcım eteğini tutuştursaydı nasıl olurdu diye düşünüyorum. Giysilerinin alev aldığını ve kızıl saçlarının cayır cayır yandığını, telaşa kapılan annemin beni göğsüne bastırdığını hayal ediyorum…”
Virginia hep dikkat çeken, konuşkan, kendini kolayca sevdiren bir kız oldu. Vanessa ise hayatı boyunca özendiği ve kıskandığı kardeşinin aksine daha içine kapanık, sessiz, sakin, konuşmak yerine dinlemeyi yeğleyen biriydi. Kardeşine karşı hep yenildiğini düşündü. Üvey ağabeylerinin onunla daha çok ilgilenmesini hazmedemedi. Kızgınlıkla ve kırgınlıkla gün geçtikçe içine kapandı ve daha küçük bir çocukken hiç bir konuda Virginia ile yarışmayacağına dair adeta yemin etti. Virginia’yı yenemeyeceğini düşünüyordu ama her şeye rağmen insanların onu neden daha fazla sevdiğini anlayamıyor, gösterilen bu ilgiyi Virginia’nın hak etmediğini düşünüyordu. Virginia’nın ise ne bu ilgi umurundaydı, ne de kardeşinin onun hakkındaki düşüncelerinin farkındaydı. O küçücük bir çocukken dahi eve gelen misafirlerle edebi, felsefi tartışmalara girebilen biriydi. Çocuk denecek bir yaşta kendi evleri için çıkardığı haftalık gazete nedeniyle ailenin “adam olacak çocuk” gözüyle baktığı hep Virginia olmuştu.
İki sanatçı ruh ve çekişmeler
İki kardeş arasındaki temel farklardan bir tanesi annelerinin ölümünden kısa bir süre önce ortaya çıkıyordu. Bir gün Virginia “Annemizi mi, yoksa babamızı mı daha çok seviyorsun?” diye sordu. Vanessa annesini daha çok sevdiğini söyleyince, “Ben babamı tercih ederim” dedi Virginia. Bu şaşılası bir şeydi. Babaları annelerine göre her zaman daha mesafeli, kuralcı ve ilgisiz olmuştu. Vanessa bu cevaba çok şaşırdı. ” Ama annem güzel” diyebildi Vanessa. Virginia’nın karşılığı soğuk ama netti: “Annem, babam kadar çok şey bilmiyor.” Büyük bir incelikle işlenmiş kitabın can alıcı noktalarından biri bu. Daha o yaşlarda Vanessa ileride ressam olacağının ilk işaretlerini veriyor, resimler çiziyor ve bu konuda kendini geliştiriyordu. Annesini neden çok sevdiği sorulunca karşılık olarak içgüdüsel bir şekilde annesinin “güzelliğini” ön plana çıkarıyordu. Hayatı boyunca güzelliğin, sessizliğin, tanık olmanın peşine düşecek ve resimler yapacaktı. Virginia ise “bilme” aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Kısa bir sürenin ardından önce annesini, sonra babasını kaybedecekti. Bir ablasının delirişine, bir abisinin vefatına şahit olacaktı. Sevdiği herkesi bir bir kaybetmesi psikolojik olarak onu çok yıprattı. Defalarca intihar girişiminde bulundu. Edebiyat onun tek kaçış noktasıydı. İntiharı beceremiyordu, sevdiği diğer insanlar gibi ölemiyordu. Yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Madem ölemiyordu, o halde hayatta kalmanın tek yolu vardı, kaybettiklerini edebiyat vasıtasıyla kendi yaratacaktı. Sevip de kaybettiği herkesi yaratıyordu bir bir. Bir gün yazamaz olmaktan korkuyordu. Korktuğunun başına gelmesi her şeyin bitmesi demekti.
Vanessa delicesine kıskandı Virginia’yı. Onun gibi ilgi çekmek, duyguları doyasıya yaşamak, onun gibi üretmek istedi. Üvey kardeşinin Virginia’yı daha çok sevmesine içerliyordu ama Virginia’nın üvey abisinin tacizine uğradığını bilmiyordu henüz. İlerleyen yıllarda Virginia’nın kocasıyla olan ilişkisini de kıskanacaktı ama Virginia’nın eşine karşı cinsel hiç bir istek duymadığını, aslında bu ilişkinin soğuk ve düzensiz olduğunu da bilmeyecekti. Virginia’nın edebi yeteneğine hasetle bakacak ama kendi yeteneğini göremeyecek, dahası edebiyatın kardeşi için bir zorunluluk olduğunu anladığında her şey için çok geç olacaktı.
Kitabın “şimdiki zaman”lı anlatımı her ne kadar okuru zorlasa da, şairin dediği gibi “yekpare zamanın parçalanmaz akışı”nı daha iyi anlatmanın başka yolu olamayacağı anlaşılıyor kısa süre sonra. En başından en sonuna kadar zamanda yer alan bütünlük okur üzerinde romana katılma duygusu uyandırıyor. “Büyümeleri” dışında çocukluklarından itibaren hiç bir şeyin değişmediğini görmek, bir yazar ile bir ressamın nasıl yetiştiğine tanıklık etmek heyecan veriyor. İki kardeşin en mahrem konu ve konuşmalarına tanıklık etmek ilginç bir deneyim.
Virginia’nın ölümle yaşam arasında “bir taş” gibi kalışı karşısında okurun yüreğine “bir taş” oturuyor sanki… Ve bir gün Virginia’ya yetmez oluyor edebiyat, ceplerine taşlar dolduruyor ve kendini bir nehre atıyor… Yüreğindeki taştan kurtuluyor ve ölmeden önce son hissettiği duygu muhtemelen inanılmaz bir hafiflik oluyor…
(Milliyet Kitap’ın Ekim 2010 sayısında yayımlanmıştır)