Erkek egemen toplumsal yapının kadına yüklediği gösterişli ve bakımlı olma zorlaması üzerine Carol Dyhouse, “Gösteriş; Kadınlar, Tarih, Feminizm” kitabını kaleme aldı.
Hakan Güngör
twitter.com/bayhakangungor
Kitap sanayi devriminden bu yana kadının tüketici olarak nasıl yönlendirildiği, belli kalıpların içine nasıl sokulduğu ve kadın hareketinin buna karşı nasıl duruş sergilediği konularını ele alıyor. En önemli soru ise şu, “Gösteriş kadınların ataerkil düzene sakince boyun eğmesi midir, yoksa bu düzeni kendi silahıyla vurarak erkek egemen sisteme meydan okuması mıdır?”
ABARTI NEDEN HÜKÜM SÜRÜYOR?
“Gösteriş” te Carol Dyhouse’ın önemle üzerinde durduğu gibi süregelen zaman içinde kadınlar üretimin bir parçası olmalarının yanı sıra, diğer yandan da tüketici olmaları nedeniyle sermayenin hedef kitlesi haline gelmişti. 20. yüzyılın ilk yarısında kapitalizm kadınlara ev eşyaları, buzdolabı, süpürge satmak için kadının öncül görevinin ev işleri olduğu ve bunun üstesinden geldiği müddetçe kendini gerçekleştirebileceği üzerinden kampanyalar yürütüyordu. Zaman içinde kadınlar arasında eğitim seviyesi yükselip ekonomi içinde daha etkili hale geldiklerinde bu kez reklam stratejileri “gösteriş” teması üzerine kurulmaya başlandı.
1950’lere gelindiğinde kadınların tüketim alanları genişlemişti. Kadınlara “hep bakımlı, daima gösterişli ve cinselliğini ön plana çıkaran bireyler” olmaları telkin ediliyordu. Dyhouse bu konuda “Cazibenin bir kadının ekonomik potansiyelinde kilit rol oynadığı yönünde bariz bir telkin” olduğunun altını çiziyor. Abartı, özellikle giyimde gün geçtikçe daha çok hüküm sürüyordu. Dar kalem etekler, parıltılı giysiler, stilettolar kadınlara bir tür zorunluluk olarak gösteriliyordu.
ATAERKİL TOPLUMU KENDİ SİLAHIYLA VURMAK
Tüm bunlar olup biterken kadın hareketinde bir tartışma ortaya çıkmıştı. Kadının cinselliğini ön plana çıkaran moda akımlarına karşı durmak ne anlama geliyordu?
Bazı aktivistler erkeğin köleleştirdiği kadın imgesinin bu olduğu ve “gösteriş” gerektiren kıyafetlere karşı çıkılması gerektiğini söylüyordu. Bu fikirde olanlara göre topuklu ayakkabı, mini etekler vs. erkeğin kadına zorladığı şeyler olarak görülüp terk edilmeliydi.
Bazıları ise, bu yaklaşımı tehlikeli buluyor ve böylesi toptancı bir anlayışın kadınların cinselliğini saklaması yönünde bir mesaj taşıyabileceğini söylüyordu. Onlara göre kadının cinselliğini saklamaya çalışması kadının kendi bedenine ihanetiyle eş değerdi. Bu eşyalar kadının mı, erkeğin mi tartışmasını yersiz buluyorlardı. Erkek egemen toplumda zaten ne gerçekten kadınındı ki? Bunu Dyhouse şöyle yorumluyor: “İnsan, kadında dış görünüme erkekte olduğundan büyük değer atfeden, cinsiyet eşitsizliklerinden, vücudun kültürel plastiğe indirgenmesinden ve fiziksel özelliklere büyük değer verip diğerlerine kara çalan etnik anlamlarda yüklü güzellik standartlarından esef duyabilir. Ancak bu koşulların sorumlusu kadınlar değildir. Onlar ancak kendi hayatlarıyla ilgili aldıkları kararlar ölçüsünde etkindirler. O kararları kendi tercihleri olmayan ve tarihsel olarak belirlenmiş koşullar içinde almış olsalar da.”
Dyhouse, “gösteriş”in tarihini yazarken kadınların ekonomik ve sosyal hayattaki değişiminin üzerinde ciddiyetle duruyor. Bu değişimin koşullarını, kadın hareketinin kazanımlarını ve halihazırda devam eden eksiklikleri titizlikle tespit ediyor. Tüm bunları yaparken de yalnızca yazılı belgelerden yararlanmıyor, tekstil müzelerini, afişleri, fotoğrafları da inceliyor. Kuşkusuz semboller üzerinden çalışmış olması, bu kendine özgü konuyu dört başı mamur şekilde incelemesini sağlıyor. Zira salt “yazılı” olana bakarsak, sadece erkek tarihini görmek işten bile değil. Gerçeklik ise çoğu zaman sembollerde gizli oluyor.